heads up - starting with this post, i will write in Turkish since I will be living in Turkey in the foreseeable future (it means 1 month in Turkey but anyway), and most of the readers are my Turkish friends. You can unsubscribe or improve your Turkish!. Thanks for following to this day.
Herkese selamlar tekrardan :)
kırılma anı
Çoğumuzun hayatında geçirdiği 2 kritik dönem var. Bu 2 dönem de bizi anlam, amaç ve kimlik arayışlarına sürükleyip günlük hayatımızı bir süreliğine alt üst ediyor. Bu dönemler kriz ya da bunalım evreleri olarak da adlandırılıyor. Bunların ilki - benim ve arkadaşlarımın şuan içinden geçtiği - çeyrek yaş krizi, diğeri de toplumda daha çok aşina olduğumuz orta yaş krizi. İki sarsıntılı dönemin de sebebi ortak - bütün, parçalarına ayrılmamış ("whole") bir insan olamamak. Ne demek istediğimi anlatmadan önce biraz backstory.
Bu yıl 26 yaşına bastım. Bu kadar dağınık ve belirsiz bir yaşı - en azından mental olarak ilk kez yaşıyorum. 2-3 yıllık çalışma deneyimimden sonra farkettim ki hala ne param var, ne nerede yaşamak istediğimi biliyorum ne de kimle olmak istediğimi. Bunların üstüne uğraştığım işlerde iyi değilim ki bu da beni girdiğim sistemlerin sadece küçük bir parçası yapıyor. Başkaları için bir şey üretmek, var olanı iyileştirmek ilk başta iyi hissettirse de, aynı işi defalarca yapmak, zamanının çoğunu ona ayırmak ve bütünün diğer parçalarında ve dolayısıyla kendi hayatında bir kontrolünün olmaması insanı bitiriyor. Bazıları bu hissi daha geç, bazıları daha erken yaşasa da genellikle 2 yıllık çalışan olma deneyiminden sonra kendini gösteriyor.
yolda
Ben de kendimi işe yaramaz bir bok gibi hissetmeye başlayınca, 6 ay önce, bir fırsat bulup her 25 yaşındaki Avrupalı gencin yaptığını yapıp Uzakdoğu Asya'ya tek yön uçak bileti aldım. Tayland'da başlayıp Endonezya'da biten bir maceraya atılıp digital nomad (berlin ofisine part-time çalışıyordum), gezgin (bir aylık izin), backpacker (kovuldum :/) ve son olarak da çiftçi (param bitince gönüllülük yaptım :d) olarak gezdim.
Avrupa'nın kasvetli havası, sıkıcı yemeklerinden sonra Asya'nın sıcak iklim, insan ve yemeklerinde kendimi tekrar buldum. Ama asıl aydınlanmayı ve kafamdaki anlam sorularının cevabını gezinin sonunda buldum. (tebrikler Kerouac)
Yeterince pad kra pao, satay and sarı renkli curry yedikten ve nereden gelip nereye gittiğimi hosteldeki bir ingiliz'e 1000. defa anlattıktan sonra Asya seyahatinin son 2 haftasında, Bali'de, farklı bir şeyler yapmak istemiştim - ayrıca paramın çoğunu da harcamıştım. Herkesin aklına gelen ilk seçeneğe, çiftçilik yapan genç bir Bali'li çifte email atmaya karar verdim. Gönder tuşuna bastıktan hemen sonra Bali'deki muhteşem şelaleleri ya da ormanları gezmek yerine, at bokunun içinde bütün gün ırgatlık yapmanın çok da mantıklı bir karar olmadığını düşünmeye başlamıştım. Neyseki kısa süre sonra telefonum çaldı ve bozuk bir İngilizceyle Wahyu ne zaman gelebileceğimi sordu. Derin bir nefes aldıktan yarın gelebileceğimi söyledim. Konumu aldım ve olanları daha idrak edemeden okayyy, see you tomorrow ile telefonu kapattım.
Ertesi gün uzun bir taksi yolculuğundan sonra çiftliğe vardım. Bali'nin bu kuzey kısmı turizmden uzak, daha çok tarımla uğraşan insanlara ait. Bunun sonucunda da manzara alabildiğine pirinç tarlası, sebze bahçeleri ve muz ağaçlarıyla dolu.
Bu yeni habitatıma alışmaya çalışırken Wahyu ve Ayu ile tanıştım. İkisi de 20'li yaşlarda, pandemide işlerini kaybettikleri için aileden kalan bu araziyi alıp organik tarıma başlamışlar. Birbirimize alıştıktan sonra yavaş yavaş bana işleyişi anlatmaya başladılar. 2 hafta boyunca çimlendirme, ekim, hasat ve hayvanları besleme gibi işlere onlarla birlikte girişmeme karar verdik.
Gün geçtikçe anladım ki, işler zor değil ama yorucu (çiftçilerin neden 7 çocuğu var, anlamam geç olmadı). Toprağı korumak için her şeyi elle yapıyorlar, bu yüzden de saatlerce asya squatı yaparak ot yoluyorsunuz. Bu tarz işlerin yanında yıkanmak için ateşte su ısıtmak, odun toplamak gibi ufak görevler de var. Ve tören yapmak. Haftada en az 2 gün tören var. Bali, Endonezya'nın tek Hindu adası. Her gün tanrılara adak adanıyor, sürekli komünite olarak toplanıp bir seremoni yapılıyor. İlk geldiğimde bir taksici törene gitmekten çalışamıyorum demişti, onu anlamaya başladım. Ve ne kadar tatlı insanlar ki beni de törenlere davet ettiler. Köyün ilgi odağı olmam çok uzun sürmedi.
Bütün bu çalışma ve kutlama temposunda fark ettim ki kafamdaki düşünceler kesilmişti. Anladım ki ben çiftçi olmak için doğmuşum. Yok o kadar da aydınlanmadım. Yalnız şunu fark ettim, ihtiyacım olan neredeyse her şeyi kendim üretince hayatım üzerinde inanılmaz bir kontrol duygusu hissediyorum. Sanki ilk kez kendi hayatımın sahibiydim. Beni ilgilendiren bütün problemleri kendim çözmem bir bütünlük hissiyatı yarattı. Ve işte o an, bir ışık hüzmesi parlarken gökyüzüne doğru yükselmeye başladım (şimdi size meditasyon kursu satıcam). Hayır, anladım ki sorunlarımın kaynağı bütün olarak yaşayamamaktan geliyor.
parçadan bütüne
Modern ekonominin temeli görev dağılımında yatıyor. Herkes zamanını bir ürünü veya hizmeti daha iyi yapabilmek için harcıyor - rekabet dışsal motivasyon sağlıyor - bu da refah artışı getiriyor. Bu toplumda var olabilmek için de payımıza düşen görevi yapmamız gerekiyor. Ancak gençken sürekli bir bütünün ufak bir parçası olmak, hangi mesleği yaparsan yap insanı kendine ve emeğine yabancılaştırıyor. (good insight marx) Bugün bunun yanında hayatımızın diğer alanlarını da - daha kolay, ucuz veya hızlı bir çözümle - sık sık "outsource" ettiğimiz için bu yabancılaşma ve tatminsizlik artıyor. Kendi ihtiyaçlarımızı başkaları sağlıyor, biz de - bizi ilgilendirmeyen - başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak için sunulan bir çözümde ufak bir rol oynuyoruz. Ve işte bu da bu kendimizi yetersiz veya değersiz görmeye, ufak ve indirgenmiş hissetmeye, bu farkındalık da bizi çeyrek yaş krizine itiyor.
Tasarladığımız düzene göre zaman geçtikçe sosyal ve ekonomik kapitalimiz artacak, çıraklıktan ustalığa (junior -> senior) yükseleceğiz ve bu sayede kontrol alanımız genişleyecek. Bu da bizi indirgenmiş ufak bir parçadan bütüne, sahipliğe (master = owner) götürecek. Bu bütünlüğü insanlar ya varolan bir işletmenin, grubun yönetiminde yer alarak ya da kendi işini kurarak elde ediyorlar. Eğer edemezlerse de orta yaş krizine sürükleniyorlar. Bu orta yaş bunalımını yaşayan kimi düşünsem hep bu sebepten, çabasının sahibi olamamaktan kaynaklandığını görüyorum.
Yani kısaca 2 kriz dönemi de kişinin bütüne sahip olmadığını fark etmesinden ve çaresiz kalmasından kaynaklanıyor. Bu problem daha önce değindiğim gibi endüstriyel toplumun bir problemi. Benim de kısaca deneyimlediğim ve binlerce yıl süren tarım toplumunda insanlar emeğinin belli bir oranda sahibi. (ağalık, feodalite olsa da kendin için de üretim yapıyorsun) Bugün hayatta kalmak için başkaları için bir şey üretmek ya da hizmet vermek zorundayız.
denemek
Peki napalım? Sonuçta insanlar bir noktada çeyrek yaş krizinden çıkıyor ve kafalarını orta yaşta duvara tekrar vurana kadar devam ediyor. Henüz çiftçi olup bütün gün 40 derecede domates toplayarak emeğime sahip çıkmaya ve kendime küfretmeye başlamadım, hala şehirliyim ve bir çözüm üretmem gerekiyor. Uzun vadede hedef master = owner olmak, ama önümde de uzun bir yol var.
20.yy'da insanların elinde daha az seçenek, daha az beklenti ve daha fazla toplum baskısı vardı. Bu da kafanı eğip yürüdüğün yoldan devam etmekti belki de. Kimileri bu yolun sonunda tüme vardı, nice yiğitler de "kırmızı bir ferrari" alarak ya da dövme yaptırarak bu boşluğu doldurmaya çalıştı.
Bugün her şey çok daha kolay üretilip tüketiliyor. Her istek ve ilgi alanı için bir market var. (kenan evren mizahı X mühendis X rock müzik triangle'ı) Bunu karşılayacak ürün ve hizmet de kolayca yaratılıp sosyal medyada bu markete ulaştırılabiliyor. Bu durumda ben neden zamanımın çoğunu çok zor bir iş üstünde çalışmak için harcıyım ya da bu kadar fırsat varken ne üzerinde çalışsam günüm daha güzel geçer sorusunu sorarken bir günü daha bitirebiliyorum.
Kendime ve isteyenlere önerim bir an önce bir işte ve ortamda başarılı olma takıntısını bırakmak. Hayat uzun ve 20'leri deneyerek geçirmek için yeterli bir refah var dünyada. 3 yıl önce Amerika'da bir startup’ta AI üzerine çalışacağımı düşünüyordum ama 2 yıllık deneyimden sonra bunun o kadar da istediğim bir şey olmadığını gördüm. 1 yıl önce Avrupa'da yaşamak istediğimi düşünüyordum şimdi Türkiye'de bir base'im olmasını tercih ediyorum.
Eğer mutluluğun sırrı bütün olmaksa bunu elde edebileceğim alanı bulana kadar deneylere devam etmek mantıklı görünüyor. Hiç ilgimi çekmeyen bir konuda ya da çok rekabetçi bir ortamda bunu başarmam zor, bunu artık kabullendim.
bir kıvılcım yeter
Denemelere devam ederken ya da burada kalabilirim bu ortam bana uygun derken de dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Son zamanlarda bazı arkadaşlarımda fark ettim, gözlerinin feri sönmüş. O eski neşeli, enerjik halleri gitmiş, yerine usanmış, heyecansız biri gelmiş. Her ne kadar yaptığın işi sevsen de sürekli aynı tempoda aynı ortamda çalışmak insanın ruhunu öldürüyor. Bütüne ulaşana kadar bağlam (context) değiştirmek - şehir, ülke -, ufak emeklilik dönemleri geçirmek, freelance-gig ekonomide çalışmak insana tekrar zamanının üstünde bir kontrol sağlıyor. Bu kontrol duygusu sayesinde içimizdeki ateş yanmaya devam ediyor.
Sonlu bir yolda sonsuz bir oyun oynuyoruz. Bir noktadan bir evren yaratmaya çalışıyoruz. Kendimize fazla yüklenmemek, arada molalar vermek akıl sağlığımızı korumak için artık bir ihtiyaç. Yolumuz uzun, ama gençliğimiz var. İnanıyorum ki yarın her şey çok güzel olacak.
sevgiler.
can